“Yoldaş Tür Olarak Mantarlar” çevirisi

Kural Tanımayan Sınırlar: Yoldaş Tür Olarak Mantarlar [1],[2]

Anna L. Tsing

Donna Haraway için,

Tahakküm, evcilleştirme[3] ve sevgi, derinlemesine iç içe geçmiş ve birbirlerine dolanmış (entangled)[4] hâldedir. Ev ise tür-içi ve türler-arası bağımlılıkların olabilecek en boğucu noktaya eriştiği yerdir. Bütün o abartılan keyif verici olanaklarına rağmen ev, çoklu-türlerin yeryüzündeki yaşamı için en iyi seçenek olmayabilir. Onun yerine, yaşamın yol kenarlarında rastlayabileceğiniz cömert çeşitliliğini düşünün. Mantarları düşünün.

Bu makale, sadece “yoldaş türler” kavramını bize kazandırdığı için değil, aynı zamanda hem bilim insanı hem de kültür eleştirmeni olabilmemize imkân tanıyan bir alanı bize açtığı için Donna Haraway’e teşekkür borçludur. Bu sayede, doğayı kültürden ayıran sınırları reddetmek ve dahası, bütün bir dünya tarihini tek bir cümlede ya da kısa bir makalede anlatmaya cüret etmek mümkün hâle gelmiştir.[5] Bu ilhamla, makaleme yoldaşlık tecrübesiyle ve biyolojiyle başlıyorum; daha sonra ise evcilleştirmenin tarihinden, Avrupa’nın dünyayı işgalinden ve küresel kapitalizmin derzlerinde[6] barınan politik ve biyolojik açıdan farklı potansiyellerden bahsedeceğim. Bu materyaller, doymak bilmez bir iştahla sürdürülen evcilleştirme idealine, özellikle de kadınlara ve bitkilere yönelik bir ideale karşı, mantara dayalı bir argüman sunmaktadır.

Çoklu-Tür Peyzajlarında[7] Mantarlar

Başıboş bir gezinti ile mantar sevgisi birbirlerini ortaya çıkaran şeylerdir. Yürümek, tefekkürün ve bedensel keyfin hızıdır; bu, aynı zamanda mantarlara bakınmanın hızına da denk düşer. Yağmurların ardından hava, ozonun, bitki özlerinin ve kuru yaprakların da etkisiyle taptaze kokar ve duyularım merakla canlanır. Rutubetli karanlığı yararak çıkan kantarel[8]  mantarlarının turuncu kıvrımlarıyla ya da ufalanan topraktan sıcak bir çörek gibi fırlayan bolet[9] mantarlarıyla karşılaşmaktan daha iyi ne olabilir ki! Renkleri, kokuları ve şekilleri heyecan yaratır. Onları ilk bulan olmanın gururundan bahsetmiyorum bile. Fakat bütün bu zevkler arasında iki tanesi vardır ki, bence en çarpıcı olan onlardır: İlki, armağanın hak edilmemiş cömertliğidir. İkincisi ise, mantarın sonraki gezintilerimde bana rehberlik edecek bir yer sunmasıdır. Bu mantarlar benim emeğimin ürünü değildirler. Onları elde etmek gayesiyle herhangi bir zahmete girmediğim ve onlar hakkında kafa yormadığım için, çağrılmadan gelen, beklenmedik şeylerin getirdiği hazlarla ellerime düşerler. Bir an için suçluluğumun yorgun yükü silinir ve sanki piyango kazanmışım gibi, hayatın tatlılığıyla ışıldarım. Bismillâhirrahmânirrahîm.[10]

Yaşanan zevk ardında bir etki bırakır: Bir yer etkisi. Duyularımın yarattığı heyecan ile renklerin ve kokuların beraberliği, ışığın açısı, dikenlerin bedenimde bıraktığı çizikler, ağaçların köklü yerleşimi ve önümde uzanan tepenin görüntüsü hafızama kazınır.  Gezintilerimde, bulunduğum yerdeki her bir ağaç kökünü ve kovuğunu daha önce orada karşılaştığım mantarlar sayesinde birdenbire hatırladığım çok olmuştur. Bilinçli bir karar da beni önceki karşılaşma noktalarına götürebilir, çünkü mantarları bulmanın en iyi yolu, daha önce onları bulduğunuz yerlere geri dönmektir. Mantarların yeraltında büyüyen ve meyve vermelerini sağlayan bölümü olan miselyum[11], varlığını çoğunlukla her mevsim sürdürür; ayrıca, bazı mantar miselyumları belli ağaçlara hayatları boyunca yoldaşlık eder. Söz gelimi, eğer Kaliforniya’nın ortasında kantarel mantarlarını bulmak istiyorsanız meşe ağaçlarının altına bakmanız gerekir, ama herhangi bir meşe ağacı değildir bu: Kantarel miselyumu ile beraber yaşayan o meşe ağacını aramalısınız. Ve onun hangisi olduğunu mutlaka bilirsiniz, çünkü orada daha önce mantarlara rastlamışsınızdır. Belli bir mahalde yeterince bulunursanız orada mevsimine göre hangi çiçeklerin açtığını ve hayvanlar üzerindeki rahatsız edici etkileri öğrenirsiniz; böylece o peyzajda aşina olduğunuz bir yer yaratmışsınızdır. Aşina yerler ise çoklu-türler arasındaki etkileşimlerin değerini anlamak için iyi bir başlangıçtır.

Toplayıcılık (foraging), insanlık tarihinin büyük bir kısmında, tam da bu şekilde gerçekleşmiştir. Toplayıcılar (forager), yararlı bir bitki, hayvan ya da mantar bulmak için birtakım yerler öğrenmişler ve oralara tekrar tekrar geri dönmüşlerdir. Yüksek güçteki tüfeklerin kullanılması ve aşırı-balıklandırma gibi uygulamalar ise, kırsal alanda gelişigüzel yol alanların bile bir şeyler bulup öldürebilmesini mümkün hâle getirmiştir. Yine de avcılar, daha iyi bir sonuç elde etmek için yerel bir rehberin varlığına hâlen ihtiyaç duymaktadır. Toplayıcılar, aşina oldukları yerler aracılığıyla yalnızca genel anlamda ekolojik ilişkiler hakkında değil, aynı zamanda belirli bir yerde zenginleşmiş türler ve türler-arası beraberliklere yol açan stokastik (rastlantısal) doğa tarihleri hakkında da bilgi sahibi olurlar. Toplayıcıların aşina olduğu yerler kimseye münhasıran ait değildir, insan olan ve olmayan bütün varlıklar da buraları öğrenir. Bu örtüşen ve yayılmacı coğrafyalar, dünyayı “senin alanın” ve “benim alanım” diye ikiye bölen alışıldık modellere karşı direnir. Yanı sıra toplayıcılar, tek tek türler değil, peyzajlar yetiştirir; bunların çok çeşitli sakinleri ve ziyaretçileri vardır. Aşina yerler, bildiğimiz hâliyle aşırı-evcilleştirmeye ve özel mülkiyete karşıt özdeşleşme/tanımlama[12] ve yoldaşlık biçimleri ortaya çıkarır. Eğer yoldaşların karşılıklı serpildikleri bir dünya arıyorsanız, mantarları gözden kaçırmayın derim.

Mantarlar yoldaşlıklarıyla ünlüdür. “Simbiyoz” kavramı, yani türlerin birbirlerinden karşılıklı yarar sağladığı türler-arası ortak bir yaşam, likenden yola çıkarak ortaya atılmıştır. Liken, bir mantar ve bir alg veya siyanobakteri birliğidir. Mantar olmayan ortak, likenin metabolizmasını fotosentez yoluyla çalıştırır; mantar ise likenin olağanüstü koşullarda hayatta kalmasını sağlar. Islanma ve kuruma arasında tekrarlanan döngüler likenin moralini bozmaz, çünkü ortağı mantar, membran[13] yapısıyla su ortaya çıkar çıkmaz her şeyi yeniden organize edecek ve fotosentezin devamını sağlayacaktır.[14] Bu sayede liken, donmuş tundralarda da kavrulmuş çöl kayalarında da yaşayabilir.

Mantar sevenler için türler-arası yoldaşlığın en ilgi çekici hâli, mantar (fungi)[15] ve bitki kökleri arasında gerçekleşendir. Mantar-kök ortaklığında yani mikorizada[16], mantarın gövdesindeki lifler bitki köklerine girer veya onların üstünü kaplar. Hayalet bitkisi[17] gibi klorofil içermeyen bitkiler, besin ihtiyaçlarını tamamen köklerindeki mantarlardan karşılar; birçok orkidenin ise mantarların desteği olmadan çimlenmesi bile mümkün olmaz.[18] Daha genel olarak, mantar (fungus), varlığını devam ettirmek için gereken besin desteğini bitkiden elde ederken bitkiye de onu çevreleyen topraktan aldığı mineralleri sunar. Mantar, kayalara bile nüfuz edebilir ve onlardaki mineralleri bitkilerin büyümesi için erişilebilir kılar. Dünyanın uzun tarihi boyunca mantar, toprağı zenginleştirmekten ve böylece bitkilerin gelişimini sağlamaktan sorumlu olmuştur; mantar kayalardan bitkilere mineral aktarır.[19] Mantarların köklerine fosfor, magnezyum, kalsiyum gibi elementleri taşıması sayesinde ağaçlar, çorak topraklarda bile büyüyebilmiştir. Benim yaşadığım bölgede, ormancılar yeniden ağaçlandırmaya yardımcı olmak için ektikleri Douglas göknarı fidelerinin köklerine kaypak mantarı[20] aşılar. Yenilebilir mantarların en sevilenlerinin de çoğunlukla mikorizal olduğunu söyleyebiliriz. Fransa’da trüf mantarı çiftçileri, çitle çevrili arazilerde ağaç fidelerine aşılama yapar.[21] Öte yandan mantar, aşılama olmadan da bütün bu işleri tek başına mükemmel bir şekilde yapabilecek kapasitededir elbette – ancak bu, daha açık bir coğrafya ile mümkün olabilir. Böylece, bizim gibi mantar-severler de gezintilere çıkıp mantarlar kadar ağaçların yoldaşlıklarının da peşine düşebilir.

Mantar (fungi), türler-arası ortaklıklarında her zaman böyle iyi huylu değildir.[22]  Mantarlar, karbon dönüşüm alışkanlıklarında göz korkutucu derecede omnivordur. Muhtelif mantar türleri, bitkilerle olduğu kadar hayvan ölüleriyle de hayatlarını idame ettirir. Bazıları azılı birer patojendir (Cryptococcus neoformans[23] birçok AIDS hastasının ölümüne sebep olmuştur[24]). Bazıları rahatsız edici parazitlerdir (saçkıranı ya da madura ayağını düşünün). Bazıları konakçılarının bağırsaklarından kayıp geçerek bir gübre parçasına ulaşıp büyüyecekleri günü etrafına zarar vermeden bekler. Bazı mantarlar da tamamen beklenmedik substratlar keşfeder: Aslen ağaç reçinelerinde bulunan cladosporium resinae’nın, uçak yakıtlarını da tercih ettiği ve yakıt hatlarının tıkanmasına neden olduğu görülmüştür.[25] Bazıları ise bir konakçıyla mutlu mesut yaşayıp giderken bir diğer konakçıya zarar verebilir, tıpkı puccina graminis[26] gibi. Puccina graminis, diken üzümü çalılıklarına bağlanarak sinekleri spor üretmeleri için bu meyvenin özüyle besler ve bu sporlar çoğaldıkça tahılların ölümüne sebep olur.[27] Görüldüğü üzere, mantarların arzuları her zaman ikirciklidir; yardımsever olup olmadıkları ise bakış açınıza göre değişir. Mantarların bir marifeti de ölü ağaç parçalarındaki selülozun ve ligninin (odunözü) çözünmesini sağlamalarıdır. Bu her ne kadar ahşap evlerin korunması açısından korkulan bir şey olsa da ormanın yenilenmesine mantarın en büyük katkısıdır. Aksi takdirde ormanlar, ölü odun yığınlarıyla dolu olurdu ve diğer organizmaların besin maddeleri gitgide azalırdı.  Aynı zamanda, mantarların ekosistem yenilenmesindeki rolü de onların diğer türlere her zaman yoldaşlık ettiğini açıkça göstermektedir. Kısacası türlerin karşılıklı bağımlılığı herkesçe malum bir olgudur – insan dışında.

İnsanın istisnai olduğuna yönelik bir kavrayış (human exceptionalism) bizi kör eder. Bilim, büyük tek tanrılı dinlerden insanın üstünlüğü ile ilgili hikâyeleri devralmıştır. Bu hikâyeler, insanın otonom olduğu yönündeki varsayımları körükler ve sorularını, türlerin karşılıklı bağımlılığından ziyade, bir yanda insanın doğa üzerindeki kontrolü, diğer yanda ise insanın doğa üzerindeki etkisi meselelerine yönlendirir.[28] Bu mirasın sayısız sınırlandırmalarından biri, insanın türsel varlığını, yani tür olma pratiklerini, otonom şekilde kendini sürdürebilir olarak tahayyül etmeye bizi sevk etmesidir. Bu yüzden onun kültür ve tarih boyunca sabit ve sürekli olduğunu varsayarız. İnsan doğası fikri, insanın sabit ve otonom olduğu varsayımına dayanarak en otokratik ve militarist ideolojileri tasdik eden sosyal muhafazakarlara ve sosyobiyologlara teslim edilmiştir. Peki, türler-arası çeşitli bağımlılık ağlarıyla birlikte tarihsel olarak değişen bir insan doğası tahayyül etseydik nasıl olurdu? İnsan doğası, türler-arası bir ilişkidir. Kendi türümüze yönelik türler-arası bir çerçeve, genetiğe meydan okumaktan ziyade, biyolojik ve kültürel araştırma yörüngeleri için olanaklar sağlar. Bu sayede, insanlar olarak ağlarına dolandığımız (entangled) çeşitli evcilleş(tir)me biçimleri hakkında da daha fazla şey anlayabiliriz.

Evcilleştirme, genelde insanın diğer türler üzerindeki kontrolü olarak anlaşılır. Bu tür ilişkilerin insanları da değiştirebileceği ise çoğunlukla göz ardı edilir.[29] Dahası, evcilleştirmeyi katı bir hat olarak tahayyül etmeye yönelik bir eğilim söz konusudur: Ya insanlar alemine aitsin ya da vahşi doğaya. Bu dikotomizasyon, insanın üstün olduğunu varsayan ideolojik bir mutabakattan kaynaklandığı için, bir yandan domestik kontrolün en ölçüsüz fantezilerini, diğer yandan ise vahşi türlerin varlıklarını kendi kendilerine sürdürebileceklerine ilişkin fantezileri destekler. Bu fanteziler aracılığıyla, evcilleştirilenler yaşam boyu hapse ve genetik standardizasyona mahkûm edilirken, yabani türler gen bankalarında “koruma” altına alınır ve çoklu-tür peyzajları yok edilir. Bu olağanüstü çabalara rağmen, hattın her iki tarafında da türlerin pek çoğu -insanlar da dâhil olmak üzere- bağımlılık ve karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin karmaşıklığı içinde yaşamayı sürdürmektedir. Bu çeşitliliği dikkate almak, türlerin türler-arası oluşunu anlamak için bir başlangıç olabilir.

Mantar, insanlık durumu için gösterge sayılabilecek bir türdür. Az sayıda mantar insanın evcilleştirme planlarına dâhil olmuştur ve bunlardan sadece birkaçı (endüstriyel enzim üretiminde kullanılan mantarlar gibi), genomlarının kötü bir şekilde tahrif edilmesine maruz kalmıştır (Marketlerde satılan kültür mantarları aslında çayırlarda yetişen Agaricus bisporus mantarlarıdır). Yine de mantarlar her yerde biter ve biz insanların bütün deney ve çılgınlıklarını izlerler. Bir zamanlar yalnızca Himalayalar’da yetişen bir kuru çürüklük mantarı olan Serpula lacrymans mesela.[30] Bu mantar, Güney Asya fetihleri ​boyunca, İngiliz donanmasına ait gemilerde barındı; sefere çıkan gemilerde sıkça kullanılan kurutulmamış keresteler üzerinde gelişti ve böylece dünyayı dolaştı. 19. yüzyılın başlarında, İngiliz donanma gemilerindeki ahşabın çürümesi “ulusal felaket” olarak adlandırılıyordu ve bu panik, 1860’larda demir zırhlı savaş gemilerinin ortaya çıkışına kadar sürdü.[31] Bu arada mantarlar nemli bodrum kirişlerinde ve İngiliz destekli medeniyetin demiryolu ağlarında kendilerine yeni evler buldu. Böylece kuru çürük yayılmaya devam etti. Görüldüğü üzere, İngiliz yayılmacılığı ve kuru çürük birlikte hareket etmişlerdir. Bu örnekte olduğu gibi, mantarların varlığı çoğu zaman, insan olmanın değişen pratiklerini bize gösterir.

İnsanların evcilleştirilmesi bu pratikleri anlatmak için bir hareket noktası olabilir.

Ailenin Kökeni, Özel Mülkiyet ve Devlet[32]

İnsanı evcilleştiren tahıldır. İnsanlar ve tahıllar arasındaki aşk ilişkisi, insanlık tarihinin en romantik hikâyelerindendir. Bu ilişkinin en olağanüstü biçimlerinden biri, 10 bin yıl önce, insanların buğday ve arpa yetiştirmeye başladığı Yakın Doğu’da ortaya çıktı. Ortaya çıkan bu yeni evcilleştirme ilişkisinde insanlar, önceleri çoklu-tür peyzajlarına gösterdikleri ilgi ve yakınlığı, yalnızca bir ya da iki mahsule boca etmeye başladılar.[33]

Tahılın Yakın Doğu’da evcilleştirilmesiyle ilgili en merak uyandıran şey ise bu bölgenin genelinde, ağır iş yükü gerektiren zirai bir işlem olmaksızın büyük miktarlarda yabani buğday ve arpa toplamanın aşırı derecede kolay olmasıdır. Geniş yabani tahıl alanları 1960’ta bile toplayıcılığı basitleştirmiştir.[34] Öyleyse, evde yetiştirdiğimiz bitkilerin “rahatlığı” ve “verimliliği” hakkında kendimize anlattığımız hikâyeler doğru değildir; neredeyse her yerde, ekip biçmek toplamaktan daha fazla emek gerektirir. Evcilleştirme deneyleri yapmak için —dinden tutun da yerel kıtlığa kadar— birçok sebep sayılabilir muhtemelen; fakat tahıl ekimini sürdüren ve genişleten, toplumsal hiyerarşilerin ortaya çıkması ve devletin yükselişi olmuştur. Yoğun tahıl tarımı, diğer geçim kaynaklarına nazaran, bir şeyi daha iyi yapar: Seçkinleri destekler. Devletler, hasattaki paya seçkinlerin el koymasını kurumsallaştırır. Bütün Avrasya boyunca, devletlerin ve onların uzmanlaşmış medeniyetlerinin yükselişi, yoğun tahıl tarımının yayılmasıyla ilişkilidir. Bazı yerlerde devletler tarımın peşinden giderken diğer yerlerde tarım devletlerin peşinden gitmiştir. Devletler her durumda, sembolleri ve orduları vasıtasıyla tarımı teşvik etmiştir. Devletlerin tarımı desteklemek için başka geçim yollarının suç olduğunu öne sürdükleri bile olur; öyle ya, yalnızca kanun kaçakları devletin bahşedeceği bereketi reddeder. Devletin kalbindekiler içinse, bahşedilen bu bereket, sevgi sayesinde varlığını sürdürecektir, en azından iyi zamanlarda.[35]

O hâlde, yoğun tahıl tarımının ortaya çıkışıyla birlikte insanların ve bitkilerin yaşadığı biyolojik dönüşümü anlamanın en iyi yolu, hiyerarşik toplumsal düzenlemelerdeki artışa ve devletin dolanıklıklığına (entanglement) bakmaktan geçer. Devletler, yerleşik hayatı ve çiftlikleri destekleyici bir rol üstlenmiştir. Hanelerin aileye dayalı olmasını teşvik etmiş ve bu çerçevede hem aile içindeki hem de aileler arasındaki sınırları belirleyen mülkiyet ve mirasa ilişkin düzenlemeleri güvence altına almıştır. Çalışan hanehalkının denetimi ve gözetimi konusunda, hane içinde devletin temsilciliğini yapma ve hane halkının topladığı hasattan seçkinlere aktarılmak üzere alınan verginin güvenle temin edilmesini sağlama görevi ise pater familias’a[36] verilmiştir. Hem kadınların hem de tahılların, doğurganlığı azami düzeye yükseltmek gayesiyle kapatılmaları ve idare altına alınmaları bu siyasi yapı içinde gerçekleşmiştir.[37]

Evcilleştirme aracılığıyla ayıklanan tahıllar, büyük ve karbonhidrat oranı yüksek tohumlara sahipti; yüksek karbonhidrat diyetleri ise kadınların daha fazla çocuk doğurmasını sağlıyordu. İnsanlar, çoğu toplayıcının yaptığı gibi doğurganlığı sınırlandırmaya çalışmak yerine birdenbire mümkün olduğu kadar çok çocuk yapmak istediler. Bunun sebebi sadece doğurganlık fetişi değildi; aynı zamanda ailenin tahıllar için daha fazla emeğe ihtiyaç duymasıydı. Tahıllar, kendilerini yetiştirmek için emek harcayanların aile olup olmadıklarına aldırmıyordu; insan kıtlığı da söz konusu değildi ancak, devlet destekli mülkiyet anlayışı aileiçi emeği, dolayısıyla da çocuk yapmayı teşvik etti. Çok çocuğa sahip olmak yalnızca doğanın iş başında oluşu ile açıklanamaz; bütün hayvanlar üremeyi en üst düzeye çıkarmaya çalışmaz. Sürdürülebilir olmayan ve kontrol dışı insan üremesi, belirli bir insan-evcilleşmesine has bir özelliktir: İnsanlar ve tahıl taneleri arasındaki aşk ilişkisine has. Sonuç olarak üremeye yönelik bu saplantı, kadınların hareket alanlarını ve çocuk bakımı dışında karşılarına çıkabilecek fırsatları kısıtlamış oldu. Bütün anaerkil imkânlarına rağmen, bu türler-arası aşk ilişkisini, Frederick Engels’i yankılamak suretiyle, “kadın cinsiyetinin dünya-tarihsel yenilgisi”[38] olarak adlandırmak makul görünüyor.[39]

Çiftçiler, çabalarını gitgide artan insan nüfusunu beslemeye yoğunlaştırdıkça sürekli daralan bir mahsul yelpazesine ve aile biçimlerine yöneldiler. Fakat mahsullerin ve onların insan ailelerinin standardizasyonu hiçbir yerde tamamlanmış değil. Devletin gücünün zayıfladığı her yerde biyolojik ve sosyal çeşitliliklerin çoğaldığı peyzajlar zenginleşmeyi sürdürüyor. Öte yandan, yerleşik kapatılmanın idealize edilmiş modeli, ayrımları marjinal tutma konusunda kendi içinde etkili olmuştur. Endonezya, Kalimantan’da sürdürdüğüm bir araştırma esnasında, farklı çiftçilerle yaptığım görüşmelerde bazı kadınlar bana varlıklı ve ayrıcalıklı olmamla ilgili şunları söyledi: “Sende olanlar bende olsaydı ayaklarım yere değmezdi.” Kadınların kapatılması düzene ve bolluğa dair güzel bir hayalin merkezidir.

Mantarlar tek tip mahsul tarımı yapan çiftçilerin ve çiftliklerin düşmanıdır. Eski devletlerin yoğun tarımı teşvik etmesiyle birlikte, mahsulleri standardize etmek yönünde çok çeşitli baskılar ortaya çıkmıştır. 19. yüzyıldan beri bilimsel tarım, mahsulleri standardize etme konusunda kendinden önceki evcilleştirme çabalarını aştı ve standardizasyonun kendisini “modern standart” hâline getirdi.[40] Günümüzde çiftçilerin mahsullerini pazarlamalarına müsaade eden tek şey standardizasyondur. Fakat standardizasyon, bitkileri mantarların sebep olduğu pas ve is hastalıkları da dâhil olmak üzere, her türlü hastalığa karşı savunmasız hâle getirir. Bu durumda, bitkilerin dirençli türler geliştirme şansları olmazsa mahsullerin tamamı bir anda mahvolabilir. Muazzam genişlikteki tahıl tarlalarının ortaya çıkışı, bitkilere dadanan parazit mantarlarına hem bir bayram yeri sundu hem de onlara önce medeniyetin sonra da ilerlemenin düşmanı olarak ün kazandırdı. Tahıl haricindeki mahsullerin ekimi ise yoğun tahıl tarımının ideallerine göre şekillendiği için, o mahsuller de küf ve mildiyö (geç yanıklık) gibi mantar hastalıklarının her çeşidine yenik düşmektelerdi: Bu da hepimiz için bir uyarı mahiyetinde.

Mantarın sebep olduğu en meşhur felaket İrlanda patates küfü olabilir. Patatesler İrlanda’da tek tip mahsul ekme azmiyle yetiştirildi; ancak bu azim, devlet öncülüğündeki tahıl genişlemesinin aksi yönde ilerledi. İngiliz sömürgeciliği İrlandalıları en ücra topraklara sürüklemişti; tahıl ekilen yerler askeri baskınlarda yakılıyor ve mahsullere el konuyordu; yalnızca yeraltında kalan yumru kökler İrlandalıların kurtuluşuna olanak tanıdı. 18. yüzyılın sonlarında, patates İrlanda’nın temel gıda maddesi hâline geldi. Toprak sahipleri politik motivasyonlarla arazilerini çiftçilere kiraladıkları zaman küçük çiftliklerin sayısı da arttı. Bunun sonucunda, bu arazileri kiralayan aileler, patateslerin de desteği ile, daha erken evlendiler ve daha çok çocuk sahibi oldular. Ekonomi sömürge idaresi altında yalpalarken bile insan nüfusu elli yıl içinde 5 milyondan 8 milyona çıktı ve bu durum patatese bağımlılığı artırdı.[41] Ama monokültür tarımın da bir bedeli var. Avrupalılar, Güney Amerikalıların evcilleştirdiği birkaç bin patates çeşidi içinden belki de sadece iki tanesini ithal etmişlerdi.[42] Phytophthora infestans mantarının neden olduğu patates mildiyösü (geç yanıklık), İngiltere’de ilk defa 1835 dolaylarında yerel bir sorun olarak bildirildi. Bu mantar 1845’in yağmurlu ve bunaltıcı yazına kadar ağır ağır gelişti; ta ki İrlanda’daki bütün bitkiler, hatta depolardaki yumrular bile ansızın enfekte olana kadar.  Bunun sonucunda kıtlık ortaya çıktı; bir milyon insan açlıktan öldü ve belki iki milyon kadarı da Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etti.[43]

Genetik manipülasyon ve klonlama gitgide daha fazla mahsulü etkilediği için mantar alarmı da tekrar tekrar çalmaktadır. Bizim şu bilge geliştiricilerimizin Borneo’daki tropik yağmur ormanlarının yerini akasya plantasyonlarının alabileceğini varsaymalarını düşünelim mesela: Plantasyonlar tek bir klondan büyüdükleri için merkezlerini oyan bir özçürüklüğüne karşı eşit derecede hassastırlar.[44] Öyleyse, biri onları büyütmeyi neden düşünür ki? İşte bu da bambaşka bir hikâye; üstelik de bizi Avrupa’nın fethinin ve genişlemesinin dinamiklerine götüren bir hikâye.

Plantasyonlar, Avrupa genişlemesinin lokomotifiydi. Plantasyonlar, Avrupalıların dünyayı ele geçirmesine olanak veren zenginliği ve işleyiş biçimini ortaya çıkardı. Bu konuda genellikle üstün teknolojilerden ve kaynaklardan dem vurulur ancak, donanmaları, bilimi ve nihayetinde de sanayileşmeyi mümkün kılan şey aslında plantasyon sistemiydi. Plantasyonlar, mülk sahibi olmayanlar tarafından çalıştırılan ve genişletme için düzenlenen münavebe (ekim nöbeti) yöntemleridir. Evcilleştirmeyi şiddetlendirir, bitkiye bağımlılığı yeniden yoğunlaştırır ve doğurganlık konusunda baskı yaratırlar. Devlet destekli tahıl tarımını örnek alarak, tek bir mahsulün aşırı bolluğuna her şeyleriyle yatırım yaparlar. Fakat bir şey eksiktir: Sevgiyi ortadan kaldırırlar. İnsanları, bitkileri ve yerleri birbirine bağlayan romantizm yerine, Avrupalı ​​plantasyon işletmecileri tarımın zor kullanarak yapılmasına önayak olmuşlardır.[45] Bitkiler egzotikti; emek ise kölelik, borçlandırma ve fetih zoruyla alınmaktaydı. Herhangi bir şeyin bu koşullar altında büyüyüp serpilmesi sadece olağanüstü bir nizam ve denetim altında mümkün olabilirdi; fakat hiyerarşi ve yönetilebilir çatışmaların tesisiyle muazzam kârlar (ve tamamlayıcı yoksulluklar) üretilebildi. Plantasyonlar, çağdaş tarım ticaretinin organize edilme biçimini belirledikleri için biz de bu tür düzenlemeleri mahsul yetiştirmenin tek yolu olarak düşünme eğilimindeyiz. Ancak, insanların mahsullerine yabancılaşmasını kanıksamayı öğrenebilmemiz için, bu düzenlemenin doğallaştırılması gerekiyordu.

Şeker kamışına bir bakalım; kendisi önemli iştirakçilerden biridir. Hiç kimse şeker kamışı plantasyonunu sevmez. Porto Rikolu şeker kamışı işçileri kamışa karşı “kendilerini savunmak” (se defienden) ve onunla “mücadele etmek” (bregando) için sokağa dökülürler.[46] Buna rağmen 17. ve 19. yüzyıllar arasında şeker kamışı plantasyonları Avrupa’nın fethini ve gelişimini körükleyen zenginliğin çoğunu üretmiştir. Şeker kamışı, sıcak bölgeler boyunca, bu bölgeleri dönüştürerek ilerledi ve bu vesileyle buralara mal sahipleri, yöneticiler ve işçiler de geldi.[47] Köleler Batı Afrika’dan Yeni Dünya’ya gönderildi. Hindistan ve Çin’den sözleşmeli, vasıfsız iş gücü Pasifik’e taşındı. Doğu Hint Adaları’nda köylüler ele geçirildi ve zorla çalıştırıldılar. Ve plantasyon bitkileriyle girdikleriyle bu yeni çatışma dahilinde, insanlar, bizzat türsel varoluşun doğasını değiştirdiler. Elitler diğer türlerden bağımsızlıklarını ilan ettiler; onlar insan-olmayan-varlıkların sevgilileri değil efendileriydi; insan-olmayan-varlıklarsa insanın kendini inşa etmesine karşılık gelen Diğer-türlerdi. Ancak plantasyon işletmecileri açısından bu, yalnızca insanın alt türleri de net şekilde belirlendiği ve bu türler zorla kabul ettirildiği ölçüde mümkündü: Birilerinin şeker kamışı plantasyonunda çalışması gerekiyordu. Biyoloji, özgür mal sahipleri ile zorla çalıştırılan işgücü arasındaki farkı işaret eder oldu. Siyahiler şeker kamışı plantasyonunda çalışıyor; beyazlarsa o plantasyonun sahibi ve yöneticisi oluyordu. Hiçbir ırk yasası ya da ideal, ırklararası evliliği durduramadı, fakat mülkiyetin yalnızca beyaz ırktan olanlara miras kalabileceğini garanti edebildi. Çeyiz ve mirasın söz konusu olduğu her evlilikte ırksal bölünmeler üretildi ve yeniden üretildi.[48]

Mantar, en baştan beri nişleri doldurmak üzere oradaydı. Küçük ölçekli şeker kamışı çiftliklerinin işlerini kısıtladı; mantar fermantasyonundan kaçınmak için şeker kamışının kesilir kesilmez işlenmesi gerekiyordu. Büyük ölçekli şeker kamışı plantasyonları ve onların acımasız çalışma disiplini, bir yönüyle, şeker kamışını hemen bulunduğu yerde işleyebilecek pahalı fabrikaların kurulmasına yol açan fermantasyon korkusuna ve bu fabrikaları sürekli çalışır durumda tutma arzusuna karşılık ortaya çıktı. Gelgelelim mantarın neden olduğu fermantasyon, sömürgeciler için bir armağana dönüştü. Karayip plantasyon işletmecileri, şeker öğütmenin bir yan ürünü olan pekmezin yaygın yerel maya sporlarıyla uyuştuğunu ve hızla alkole dönüştüğünü çok geçmeden fark ettiler. Rom doğdu ve ölümcül ama kârlı “üçgen ticaret” daha fazla Afrikalı köle için rom sundu ve dolayısıyla daha fazla şeker üretildi ve dolayısıyla İngiltere’de veya Yeni İngiltere’de daha fazla damıtıcı ve finansçı ortaya çıktı. Şeker, kitlesel tüketimin bir nesnesi ve sembolü haline gelmeden (ve dünyanın bir ucunda esrarengiz şekilde beliriveren, türü-tespit edilemez besinlerle beslenen, türsel-açıdan-otonom kitlelere ilişkin beklentileri bu sayede pekiştirmeden) çok önce, mantarla fermente edilmiş rom, plantasyon şekerini kârlı hale getirdi ve onu Avrupa’nın fetih alanına yaydı. [49]

Saygınlığın sınırlarındaki rom, ticareti maceraya tahvil eden deniz-aşırı erkeklikleri tetikledi. Böylelikle fermantasyon, karaya-bağlı evcilleştirmenin insan olan ve olmayanlar üzerindeki zulmünden dikkati uzaklaştırdı.

 Beyaz kadınlar ırksal hijyenin failleri hâline geldi. Plantasyonlar bizi katı bir şekilde ırklara ayırarak, insan türünün varoluşunu ve insan olma pratiğini yeniden kurmuş oldu. Irksal ayrılık -evlilik ve aile organizasyonuna bağlı olarak- ek toplumsal cinsiyet dönüşümleri gerektiriyordu. Yerliden ve yabancıdan, özgür, bağlı veya köleleştirilmiş olandan, vahşiden ve uysaldan, hastalık ve bolluktan oluşan belirsiz ve istikrarsız karışımlar yüzünden plantasyon bölgelerinde kolayca bir aksilik çıkabilirdi. Bu noktada beyaz kadınlar, evlerin, ailelerin, türlerin ve beyaz ırkın sınırlarının korunmasından sorumlu hâle geldiler. Tropikal mantarlar sorunun sadece ufak bir parçasıydı; küfler ve enfeksiyonlarsa kontrolden çıkabilirdi. Tropik bölgelerin, evlerini küf, sivrisinek ve ırkların birbirine karışmasından uzak tutan beyaz kadınları, türlerin ve alt türlerin yabancılaşmasının modellerine dönüştüler.[50]

19. yüzyılın sonlarında, bilimsel hijyen ve öjeni söylemleri beyaz kadınların türsel olarak ayrışmasını da beraberinde getirdi. Pasteur’ün mikrop teorisi, beyazların kontrolü altındaki yerlerin laboratuvar olarak düzenlenebildiği tropik bölgelerde test edildi ve güçlendirildi. Mikroorganizmalar beyazların yaşadığı evlerin sınırında durdurulurken, beyaz kadınlar, ortalığı temiz tutmaları için kocalarının peşinden tropiklere çağrıldı.[51] Metropole yeniden ithal edilen kamusal ve özel alanlara ilişkin bu tür bir hijyen anlayışı, sınıfsal kutuplaşmaları körüklüyordu; Ehrenreich ve English’in bir dönem “hasta olan” ve “hasta eden” olarak karşılaştırdığı kadınlar arasındaki ayrımın da habercisiydi bu.[52] Kolayca incinebilir üst sınıfa mensup kadınlar evlerinin melekleri oldu; yoksul kadınlar ise enfeksiyonun failleri olmakla suçlandı. Her ikisine de üreme konusunda verilen buyruklar yenilendi. Yoksul ailelerin, bilhassa çocuk işçiliğinin pek çok yetişkini hayatta tuttuğu yerlerde, daha fazla işgücüne ihtiyaçları vardı.[53] İmtiyazlı aileler ise ırkın ilerlemesini sağlamakla yükümlüydü; kadınlar ırkın varislerini taşımalıydı.

Evin sınırları sevginin öngörülen sınırları hâline geldi. Ev bir saflık ve karşılıklı bağımlılık alanı olarak fetişleştirildikçe aşırı domestik yakınlıklar ister tür içinde ister türler arasında olsun, arkaik fanteziler (komünite, küçük çiftçi) ya da geçici olaylarmış (feminizm, hayvan hakları) gibi görünüyordu. Evin dışında ise ekonomik rasyonelite ve çatışan bireysel çıkarlar alanı hüküm sürüyordu. Üstelik, bu tür bir aile fetişi 20. yüzyılın ortalarında -ve tekrar günümüzde de- Amerika Birleşik Devletleri’nin eski sömürge kültürü rejimlerinden istifade etmesine imkân tanıyan bir küresel liderlik konumu üstlenmesiyle ABD kitle kültürü içinde yeniden ortaya çıktı. Bu noktada sevginin aile duvarları dışında yaşanması beklenmez. Aile içinde diğer türler kabul edilebilir; evcil hayvanlar, aile bağlılığına model teşkil eder. Fakat bu seven ve sevilen evcil hayvan modeli sevgiyi yaymaz; bilakis aile içinde sıkıca tutar.

ABD halkları, çocuklarını ve evcil hayvanlarını sevdikleri için kendilerini şefkatli ve ahlaklı insanlar olarak tahayyül etmeyi öğrenir. Bu sevginin onları, sadece nefret eden teröristlerin aksine, “iyi insanlar” yaptığını öğrenir. Bu sevginin onları tüm dünya adına kararlar almaları için donattığını farz eder; bu da Amerikan “iyiliğinin” küresel liderlik için yeterli bir vasıf olduğuna yönelik ahlaki bir hiyerarşi yaratır. Diğer halklar ve diğer türler, ABD’nin eviçi yakınlık standartlarına uygun olarak yaşayabilme kabiliyetlerine göre değerlendirilir. Şayet aile sevgisine doğru düzgün bağlanmışlarsa yaşamayı hak edebilirler. Ötekiler ise dünyayı geliştirmeyi amaçlayan ABD projelerinde “tâli hasar”a dönüşme riskiyle karşı karşıya kalır; onları yok etmek talihsiz olabilir ancak “insandışı” sayılmaz. Bu vesayet altında, bizim tür olarak varlığımız Ötekileri evin kapısında durdurmak üzere yeniden hizalanır.

Bu biyososyal planın gücü ve her yere nüfuz ettiği göz önüne alındığında halen zengin bir tür ve popülasyon çeşitliliğinin yeryüzünde varlığını sürdürüyor olması şaşırtıcıdır. Ne var ki, böylesi bir zenginlik çantada keklik görülemez artık.

İmparatorluğun Derzlerinde Mantar Toplamak

Biyolojik ve sosyal çeşitlilik, ihmal edilmiş marjlarda savunmacı şekilde bir araya gelir. Kırsaldaki unutulmuş kuytular kadar vahşi kent hayatı da emperyal planlamacılarının haddinden fazla olduğunu düşündükleri çeşitliliğin karmaşasıyla doludur hâlâ. Küçük çiftlikler, büyük ve sermaye-yoğun çiftliklere nazaran tutarlı bir şekilde daha yüksek bir biyolojik çeşitliliğe sahiptir –ve burada söz konusu olan sadece mahsulleri de değildir. Toprak mantarları ve diğer mikroorganizmalar bile küçük çiftlikleri tercih eder.[54] Ticari genetiğin delice hızına rağmen, gözden kaçan bölgelerdeki evrimsel süreç, daha yararlı türleri ve tür etkileşimlerini pek çok farklı ölçekte doğurmayı sürdürür. Mantarlar bunun temsilcileridir. Kirlenmiş bir maden ortamında gelişmeyi ne başarabilir? Zarif Balmumsu mantardan (Laccaria laccata) rahatsız edici Ölü Adamın Ayağı mantarına (Pisolithus tinctorius) kadar birçok mikorizal mantar (kökmantar), ağır metalleri bünyesinde biriktirmek suretiyle ormandaki partnerlerini, yani bitkileri kirlenmekten korur.[55] Yeni radyoaktif mantarlar, Çernobil’deki enkazda reaktör odasının duvarlarını kolonize etti;  birileri radyoaktiviteyi tecrit etmeye karar verdiğinde, bu gibi türlere ihtiyaç duyulacaktır.[56] Elbette tüm gelişen türler iyi huylu değildir, ancak sadece çeşitliliğin karışıklığı içinde adaptasyon mümkün olabilir. Gelgelelim, çoğu yerde çeşitlilik ile sermaye yatırımının yoğunluğu ve devlet kontrolü arasında negatif bir ilişki vardır! Çeşitliliği sevenler için sermaye-ve-devlet haritacılığını geçersiz kılacak bir projeye ihtiyaç vardır belki de.

Bu tür projeler, en iyi, yaymaya çalıştıkları karanlık içinde iş görür. Şeffaflığı hedefleyen işler için, düzensiz ama üretken sınırların, yani imparatorluğun derzlerinin bakış açısına dair bir şeyler öğrenmeyi görev edinebiliriz.

Yediğimiz mantarlar sınırlarda toplanır. Mantarlar her yerdedir, ancak yenilebilir ve tıbbi mantarlar yalnızca birkaç yerde büyür. Rağbet gören pek çok mantar, tarım alanlarının derzlerinde yetişir: tarlalar ve ormanlar arasında, ekim bölgelerinin sınırlarında. Bolet ve kantarel mantarları orman ve yol kenarı türleridir; ağaçlarla birlikte büyürken bile ışığı severler. Diğerleri, mesela çayır mantarı, nadasa bırakılmış otlakları tercih eder. Bu gibi mantarlar, ev hayatının ötesinde, çeşitlilikten alınan hazlar olduğunu gösteren iyi birer hatırlatıcıdır hâlâ. Bu arada, yoğun tarım yapılan vadileri çevreleyen ormanlarda ve dağlarda, birçok farklı türe bolca rastlanır. Çok eski zamanlardan beri mantar toplayıcıları, temel besin kaynağı tahıl olan krallıkların dağ yamaçlarını ve orman kenarlarını taradılar: Güneybatı Çin’de ve komşusu Güneydoğu Asya, Kore’de, Doğu Avrupa’da ve Avrasya’nın kuzeyinde. Günümüz Kuzey Amerika’sında, bu tarımsal sınırlardan gelen göçmenlerin yapacağı en muhtemel iş hâlâ pazar için mantar toplamak olacaktır. Bu arada küresel mantar pazarı, toplama faaliyetini yerküre ölçeğine dağıtmıştır. Japonya’nın leziz matsutake mantarı, toplayıcıları yalnızca Asya’daki geleneksel sınırlara değil, aynı zamanda da Pasifik’in öte yakasındaki dağ yamaçlarına da götürür: Britanya Kolombiyası’na, ABD Kuzeybatısına, Oaxaca dağlarına.[57]

Mantarın ticari amaçlı toplanması küresel kapitalizmin derzlerini de görmemizi sağlar. Söz konusu olan sadece yerlerin farklılaşması ve ürünlerin spesifik hâle gelmesi değildir, aynı zamanda bilgi ve kaynak yönetimi biçimleri de birbirinden çokça farklıdır ve birbirlerine ancak mantarın meta zinciri dâhilinde sadece geçici olarak bağlanır. Güneydoğu Asyalı aileler Oregon’daki bölgeler için rekabet ederken Japon eksperler de bölgelere göre tat hiyerarşileri geliştirir. Burada basit bir arz ve talep hesabı yapamayacağımız kadar öngörülemez durum ve varyasyon vardır. Bu alana girmek, kimseyi sermaye, sınıf ve regülasyon dünyasından muaf kılmaz. Ütopya peşinde koşulacak bir yer değil burası. Yine de derzleri fark etmek, başlangıç için iyi bir hareket noktasıdır.[58]

İmparatorluğun dört bir yanına yayılmış korunaklı evlerinde insanlar, dünyanın geri kalanının yok oluşunu TV’de izlemek için koltuklarına kıvrılmış oturuyorlar, evcil hayvanları ve türlerine-simüle edilmiş abur cuburlarıyla. Bu domestik rüyalardan herhangi bir insanın kurtulup kurtulamayacağını bilmek zor. Mantarlar herhangi bir tavır almaz. En dayanıklı likenler bile hava kirliliğinden ve asit yağmurundan dolayı ölürken[59] mantarlar nükleer kazalarda radyoaktiviteyi emer ve ren geyiklerini beslerler, onlar da insan çobanları.[60] Onları görmezden gelebiliriz ya da bize insanlık durumu hakkında ne anlattıklarını düşünebiliriz.

Evin dışında, ormanların ve çayırların arasında, cömertlik henüz tükenmiş değil.

Çeviri: Elif Demirkaya

Redaksiyon: Alper Yahyagil

KAYNAKÇA

Ainsworth, G. C. (1976) Introduction to the History of Mycology, Cambridge University Press, Cambridge.

Anderson, Warwick (2003) “The Natures of Culture: Environment and Race in the Colonial Tropics”, Nature in the Global South, Der. Paul Greenough, Anna Tsing, Duke University Press, Durham, 29-46.

Arnold, David (1996) The Problem of Nature: Environment, Culture and European Expansion, Blackwell, Oxford.

Brookfield, Harold (2001) Exploring Agrodiversity, Columbia University, New York.

Brookfield, Harold; Potter, Lesli; Byron, Yvonne (1995) In Place of the Forest: Environmental and Socioeconomic Transformations in Borneo and the Eastern Malay Peninsula, United Nations Press, New York.

Christensen, Clyde M. (1965) The Molds and Man, University of Minnesota Press, Minneapolis.

Dighton, John (2003) Fungi in Ecosystem Processes, Marcel Dekker, New York.

Ehrenreich, Barbara; English, Deirdre (1973) Complaints and Disorders: The Sexual Politics of Sickness, The Feminist Press, Old Westbury, New York.

Engels, Frederick (1972) The Origin of the Family, Private Property, and the State, International Publishers, New York.

Etienne, Mona; Leacock, Eleanor (der.), (1980) Women and Colonization: Anthropological Perspectives, Praegor, New York.

Galloway, H. (1989) The Sugar Cane Industry, Cambridge University Press, Cambridge.

Geertz, Clifford (1980) Negara, Princeton University Press, Princeton.

Harlan, Jack (1975) Crops and Man, American Society of Agronomy and Crop Science Society of America, Madison, Wisconsin.

Haraway, Donna (2003) The Companion Species Manifesto: Dogs, People, and Significant Others, Prickly Paradigm, Chicago.

Jennings, D. H.; Lysek, G. (1999) Fungal Biology, Bios Scientific Publishers, Oxford.

Kiers, E. Toby; Rousseau, Robert; West, Stuart; Denison, R. Ford (2003) “Host Sanctions and the Legume-Rhizobium Mutualism.” Nature 425, 4 Eylül, 78-81.

Latour, Bruno (1986) The Pasteurization of France, Çev. Alan Sheridan ve John Law, Harvard University Press, Cambridge.

Leacock, Eleanor (1972) “Introduction”, Engels, Frederick, The Origin of the Family, Private Property, and the State içinde, International Publishers, New York, 7-67.

Martinez-Alier, Verena (1989) Marriage, Class, and Colour in Nineteenth-Century Cuba, University of Michigan Press, Ann Arbor.

Mintz, Sidney (1974) Worker in the Cane, W.W. Norton and Co., New York.

_______ (1985) Sweetness and Power: The Place of Sugar in Modern History, Penguin Books, New York.

Money, Nicholas (2002) Mr. Bloomfield’s Orchard, Oxford University Press, Oxford.

O’Connor, Richard (1995) “Agricultural Change and Ethnic Succession in Southeast Asian States: A Case for a Regional Anthropology”, The Journal of Asian Studies 54, Sayı 4, 968-96.

Reiter, Rayna (der.), (1975) Toward an Anthropology of Women, Monthly Review, New York.

Rosaldo, Michelle; Lamphere, Louise (der.), (1974) Woman, Culture, and Society, Stanford University Press, Stanford.

Salaman, Redcliff (1985 [1949]) The History and Social Influence of the Potato, Cambridge University Press, Cambridge.

Sauer, Jonathan (1993) Historical Geography of Crop Plants, CRC Press, Boca Raton.

Stoler, Ann (2002) Carnal Knowledge and Imperial Power: Race and the Intimate in Colonial Rule, University of California Press, Berkeley.

Tsing, Anna (2003) “Agrarian Allegories and Global Futures”, Nature in the Global South, Der. Paul Greenough ve Anna Tsing, Duke University Press, Durham, 124-69.

_______ (2005) Friction: An Ethnography of Global Connection, Princeton University Press, Princeton.

Vandermeer, John; Perfecto, Ivette (1995) Breakfast of Biodiversity: The Truth about Rain Forest Destruction, Institute for Food and Development Policy, Oakland.

van der Ploeg, Jan Douwe (1993) “Potatoes and Knowledge”, An Anthropological Critique of Development, Der. Mark Hobart, Routledge, London, 209-27.

Weiss, Ehud; Wetterstrom, Wilma; Nadel, Dani; Bar-Yosef, Ofer (2004) “The Broad-Spectrum Revisited: Evidence from Plant Remains”, Proceedings of the National Academic of Sciences, ABD 101 29 Haziran, 9551-9555.

White, Benjamin (1982) “‘Agricultural Involution’ and its Critics: Twenty Years After”, Bulletin of Concerned Asian Scholars 15, Sayı 2 18-31.


[1] Bu makale orijinal olarak, çabalamayı bırakıp vazgeçmeden önce uzun yıllar üzerinde oynanmış, düzenlenmiş bir koleksiyon için yazılmıştır; makale nispeten uzun bir ömre sahip oldu, dolayısıyla yayımlanmamış biçimde dolaşıma girdi. Donna Haraway, makaleye yeni anlam katmanları getirerek son derece cömert bir eleştirel okumayı benimle paylaştı. Diane Gifford-Gonzalez, S. Eben Kirksey ve James Scott makalenin ilk taslaklarından birini nazikçe yorumladılar. Onların okumalarından faydalandım. Hatalarsa bana mahsus.

[2] Ç. N. Metnin orijinal başlığı “Unruly Edges: Mushrooms as Companion Species”teki “edge” terimi kenar, köşe, sınır anlamlarını taşıyor. “Edge” bir yandan ekoloji literatüründeki “edge effect”e (hem kenar etkisi hem de sınır etkisi olarak çevirilerine rastlamak mümkün) gönderme yapıyor, diğer yandan da kapitalizmin sınırlarına, dikiş yerlerine işaret ediyor. Sınır ya da kenar etkisi iki farklı ekosistemin kesiştiği ve tür çeşitliliği açısından çok zengin bir yaşam alanı. Sınır etkisinin hâkim olduğu ve farklı türlerin, popülasyonların ya da komünitelerin karşılaştığı bu arabölgeye ya da geçiş bölgesine ekoton adı veriliyor. Ekotonlarda (ekoton=ekoloji + tonos [Yunancada gerilim anlamına gelir.]), farklı ekosistemlerin birbirinin üstüne binmesi sonucunda birlikte yaşam olanakları artar. Derenin denizle buluştuğu yer ekotona bir örnektir. Kapitalizmin sınırlarında da paralel çeşitlilikler, farklı potansiyeller ve birlikte yaşam imkânları görür Tsing. Ona göre, kapitalizm her yeri ele geçiren bir sıvı gibi hareket etmez; ondan artakalan üretim biçimleri, yaşayışlar ve pratikler de mevcuttur. Başka bir deyişle, tek bir sistemin (bu kapitalizm de olabilir belli bir ekosistem de) kurallarını tanımayan (unruly) ve bu sistemlerden taşan sınırlar vardır. Tsing, ortak yaşamın başka türlü biçimlerini inşa etmek için bu sınırlara bakmanın iyi bir başlangıç noktası teşkil ettiğini iddia eder. “Edge”i sınır olarak çevirmeyi tercih etme sebebim iki göndermeyi bir arada ifade etme çabasından ileri geliyor. “Companion”u yoldaş olarak çevirme sebebim ise Donna Haraway’in “companion species” teriminin Türkçe’ye “yoldaş türler” olarak yerleşmesi. “Companion kelimesi” “com-panis”ten türemiştir. “Panis” ekmek demek, “com” eki ise birliktelik ifade ediyor. Haraway “companion”ı ekmeği, sofrayı, dünyayı paylaşan türlerin birbirleri ile ilişkisini tarif etmek için kullanır. “Yoldaş” tabirinin bu tür bir ilişkiyi anlatmak için “eş” ya da “eşlikçi”den çok daha uygun olduğunu düşünüyorum ve Güçsal Pusar’ın çevirisini kullanmayı tercih ediyorum. (Bkz. Donna Haraway, Başka Yer, Metis Yayınları, 2010.) Katkı ve desteklerinden dolayı Sibel Yardımcı, Can Ağar ve Merve Şen’e teşekkür ve sevgilerimle.

[3] Ç.N. “Domestication”ı ehlileştirme değil de evcilleştirme olarak çevirmemin sebebi Tsing’in hemen bir sonraki cümleden başlayarak yazı boyunca evden ve eve kapatılmamızdan bahsediyor oluşu. Bilhassa kadınların, bitkilerin ve belli hayvan türlerinin evin içine hapsedilerek evcilleştirilmesi, dolayısıyla da türler-arası ilişkilerin ve tür çeşitliliğinin kısırlaşması ve domestik hayatın cömertliği baltalaması Tsing’in esas dertlerinden biridir ve bu metni kateden bir temadır.

[4] Ç. N. “Entangled” Türkçeye genellikle, kuantum fiziğine de gönderme yapacak şekilde, dolanık ya da dolaşık diye çevrilmektedir. “Entanglement” (karmaşıklık, dolanıklık ya da dolaşıklık) kavramı, insan-sonrası kuramı çerçevesinde Karen Barad, Donna Haraway, Anna Tsing, Cary Wolfe gibi isimler tarafından etraflıca ele alınmış ve bu alanda kilit bir mefhum olmuştur. Burada söz konusu olan, birbirlerine dışsal olarak tesir eden karşıtlıklar ya da özne-nesne ilişkileri değil, birbirlerini bizzat oluşturan ve edim-içi [intra-action] ilişkilerle birbirlerine tesir eden faillikler, bedenler, söylemler, icralar ve oluşlardır. “Entanglement” tüm bunların ağ hâlinde birbirlerine dolanmış olduklarına işaret eder. İnsanın diğer varlıklardan üstün olmadığını, varlığını sürdürmesinin gezegendeki biyoçeşitliliğe ve canlı cansız varlıklarla bir arada yaşayabilme olanaklarına bağlı olduğunu vurgular. Ayrıntılı bilgi için bkz. Karen Barad, Meeting the Universe Halfway: Quantum Physics and the Entanglement of Matter and Meaning, Duke University Press, 2007; Malou Juelskjaer, “Intra-active entanglements: an interview with Karen Barad”, Women, gender and research V. 21, 2012; Donna Haraway, “Tentacular Thinking: Anthropocene, Capitalocene, Chthulucene”, Staying with the Trouble: Making Kin in the Chthulucene, Duke University Press, 2016; Anna Lowenhaupt Tsing, The Mushroom at the End of the World: On the Possibility of Life in Capitalist Ruins, Princeton University Press, 2015; Eva Haifa Giraud, What Comes After Entanglemen?: Activism, Anthropocentrism, and an Ethics of Exclusion, Duke University Press, 2019.

[5] Donna Haraway, The Companion Species Manifesto: Dogs, People, and Significant Others. Haraway, türler-arası ilişkileri vurgulamak için hayvan-sever ya da evcil hayvan gibi terimler yerine “arkadaş / yoldaş / kompanyon hayvan” terimlerini kullanmayı tercih etmektedir.

[6] Ç.N. Burada “seam” yerine derz kelimesini kullanıyorum. “Seam” dikiş yeri anlamına geliyor. Tsing, bu kelimeyi hem şeylerin birbirine eklemlendiği hem de tam eklemlendikleri yerde, aralarında mesafe bırakan bir hat için kullanıyor. Burası hem bir sınır alanı (ilk dipnotta sınırların tür çeşitliliği için zengin yaşam alanları olduğunu belirtmiştim) hem de çatlakların ve sızıntıların olabileceği bir eklem çizgisi. Dikiş yeri yani derz (derzi/terzi sözcüğü de derzden türemiştir), eklem ve iki fayans arasında kalan, dolguyla kapatılan boşluğun oluşturduğu çizgi anlamlarını taşıdığı için bu kelimenin “seam”in uygun bir karşılığı olabileceğini varsayıyorum. 

[7] Ç. N. Burada peyzaj kelimesini “landscape”e karşılık olarak kullanıyorum. Anna Tsing’in kullandığı literatür içinde “landscape” ifadesinin işaret ettiği şey salt manzara ya da doğal görünüm değildir. Tsing, Donna Haraway, Bruno Latour gibi isimler doğa ve kültür ayrımının sorunlu olduğunu vurgular. Peyzaj kavramı da belirli bir perspektiften bakıldığında o alanda görülen doğal-kültürel unsurların kompozisyonunu imler. Başka bir deyişle peyzaj, bizi çevreleyen ve yaşantımız için bize ortam sunan şeyleri çerçeveler. Canlı-cansız varlıkları, yeryüzü şekillerini, binaları, toplumsal düzenlemeleri ve benzerlerini kapsayan dinamik bir etkileşim alanıdır ve tarihsel bir boyut taşır.

[8] Ç.N. Bazı yörelerde sarıkız mantarı, tavuk mantarı ya da yumurta mantarı olarak da bilinen bu mantar türü cantharellus’tur. (Yağmur altında, sisin içinde bize kantarel mantarlarını sunan Pokut yaylasına sevgilerimle.)

[9] Ç.N. Muffin’e benzeyen bu mantar, çörek mantarı olarak bilinir. Ayıların yemeyi sevdiği bir tür olduğu için ayı mantarı olarak adlandırıldığı da olur. Domuzlar tarafından da sevilen bu mantarın İtalyancada bilinen adı porcini’dir. Tsing metinde, Kuzey Amerika’da yaygın olarak kullanıldığı adıyla king bolete diyor. Latince adı ise boletus edulis.

[10] Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla. 

[11] Ç.N. Mantar hücreleri, uç uca dizilerek “hif” adı verilen ipliksi yapıları meydana getirir. Hifler hem toprak altında saçaklanarak yayılır hem de mantarın gövdesinin içinde uzanır. Miselyum ise hiflerin bir araya gelmesi ile oluşan yapıdır. Tek hücreli mantarlarda hif ve miselyum yapıları bulunmamaktadır.

[12] Ç.N. Burada “identification” kelimesini özdeşleşme diye çeviyorum. Bu, sadece bizim kendimizi değil, aynı zamanda başkalarını (insandan ibaret olmayacak ve tüm canlıları kapsayacak şekilde) nasıl tanımladığımızı ve onlarla nasıl ilişkilendiğimizi de belirten bir ifadedir. Katkısı için Sibel Yardımcı’ya teşekkürler.

[13] Ç.N. Seçici geçirgen bir yapıdır.

[14] D.H. Jennings ve G. Lysek, Fungal Biology, s. 75.  Türler-arası mutualizmler (birlikte-yaşama) üzerine yapılan son araştırmalar, mutualizme dâhil olan tüm türlerin aktif ve stratejik bir şekilde çalıştıklarını vurgulamaktadır. Örneğin, soya fasulyesinin kök nodüllerindeki nitrojen bağlayıcı bakteriler üzerine yapılan araştırmalar, soya fasulyesinin daha az nitrojen veren bakteri türlerini, oksijenlerini sınırlandırmak suretiyle, caydırdığını göstermektedir. Bkz. E. Toby Kiers, Robert Rousseau, Stuart West, R. Ford Denison, “Host Sanctions and the Legume-Rhizobium Mutualism”, s. 78-81.

[15] Ç. N. İngilizcede mushroom ve fungi arasındaki ayrım Türkçede fungus ve mantar arasında bulunmamaktadır ve ikisi eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Fungi organizmasının büyük bir kısmı toprağın altında bulunur, mushroom ise onun toprağın üstünde yer alan yeniden üreme organıdır. Bitki için çiçek neyse fungi için de mushroom odur. Bütün bitkiler çiçeklenmediği gibi bütün fungi’ler de mushroom üretmez. Türkçede bu ayrım olmadığından bu yazıda hem mushroom hem de fungi’ye karşılık olarak mantar sözcüğü kullanılacaktır. Farkın belirtilmesinin zaruri olduğu yerlerde ise parantez içinde fungi ya da fungus olarak belirtilecektir.

[16] Ç.N. “Myco” mantar, “rhiza” ise kök anlamına gelir. Mikoriza (mycorrhiza) yani mantar-kök, bitki kökleriyle mantarların kurduğu simbiyotik ilişki ya da ortak yaşamdır.

[17] Ç.N. Monotropa uniflora, ceset bitkisi ya da Hint borusu (Indian pipe) olarak da bilinir.

[18] Orkideler, 19. yüzyıl botaniğinde modaydı, mikorizalar ilk olarak Batılı bilim insanları tarafından, birçok orkidenin mantar partnerlerine bağlı olduğu anlaşılınca takdir edildi. G.C. Ainsworth, Introduction to the History of Mycology, 102-4. Clyde M. Christensen, The Molds and Man, s. 50.

[19] Nicholas Money, Mr. Bloomfield’s Orchard, s. 60.

[20] Ç. N. Suillus luteus adlı bu mantar türüne yapışkan, kaygan ve parlak yapısından dolayı kaypak mantar, kaygan kriko, yapışkan topuz gibi isimler verilmiştir. 

[21] A.g.e., s. 85.

[22] Fungi terimi daha geniş kapsamlı bir biyolojik tasnifi (diğer türler arasından bitkilere ve hayvanlara karşıtlık teşkil eden bir krallık) belirtir. Mantar (mushroom) bu kapsamın bir parçasıdır.  Bütün mantarlar fungidir ama bütün fungiler mantarolmak zorunda değildir.  (Bkz. 15. dipnottaki çevirmen notu)

[23] Ç. N. Cryptococcus neoformans, bitkilerde, hayvanlarda, toprakta ve güvercin pisliğinde yaşayan bir mantar türüdür. Bu organizmayı solunum yoluyla almak kriptokokoz adlı bir akciğer hastalığına sebebiyet verebilir. Özellikle bağışıklık sisteminin düşük olduğu durumlarda (AIDS gibi) ölümcül sonuçlar görülebilir. 

[24] Money, Mr. Bloomfield’s Orchard, s. 25.

[25] Jennings and Lysek, Fungal Biology, s. 67, 138.

[26] Ç. N. Tahıllarda “kara pas” hastalığına neden olan bir mantar çeşididir.

[27] Money, Mr. Bloomfield’s Orchard, s. 172-79.

[28] Bu genellemenin önemli bir istisnası, esas ilgi alanı türlerin ortak yaşamı olan, insan hastalıkları ve parazitler hakkında oluşturulmuş tıbbi ve ekolojik literatürdür. Yine de bu istisna sorunun altını çizer. İlgili diğer türler -hiç değilse arada sırada- insan vücudunun içinde bulunduğu sürece, onları birlikte yaşama ve bağımlılık ilişkileri kapsamında inceleyebiliriz. Şayet diğer türler insan vücudunun dışındaysa, yani insanlar için “çevrenin” bir parçasıysa, o zaman analiz aniden insan etkisi, yönetimi ve kontrolü söylemine kayar.

[29] Haraway’in köpekler üzerine çalışması elbette ki önemli bir fasıla. Bkz. The Companion Species Manifesto: Dogs, People, and Significant Others, 2003.

[30] Jennings and Lysek, Fungal Biology, s. 138.

[31] Ainsworth, Introduction to the History of Mycology, s. 90-93.

[32] Engels, klasikleşmiş bu-böyledir hikâyesinde (Ç.N. just-so story: Kanıtlanamayan ya da çürütülemeyen, mevcut bir durumun açıklaması olarak kullanılan bir hikâye), özel mülkiyete ilişkin fikirlerin geliştirilmesi hususunda pastoralizmin rolünü vurgular; ilk mülkiyetin de sürülerde olduğunu savunur. (Frederick Engels, The Origin of the Family, Private Property, and the State, 1972 [Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Almancadan Çev. Mustafa Tüzel, İş Bankası Kültür Yayınları, 2018])  Ona göre, sürülerin üremesini düzenlemek amacıyla kullanılan mülkiyet fikirleri, “kadın cinsiyetinin dünya-tarihsel yenilgisi”ni başlatmak suretiyle, insan ailelerinde erkeklerin üreme üzerindeki kontrolünü teşvik etmiştir. Eleanor Leacock ve Evelyn Reed gibi feminist düşünürler bu klasik hikâyeyi 1970’lerde yeniden dolaşıma soktular ve hikâye, bilhassa feminist antropoloji kapsamında, sosyal eşitsizliğin uzun tarihi üzerine hararetli tartışmalara dâhil oldu. (Mesela bakınız der. Rayna Reiter, Toward an Anthropology of Women, 1975; Michelle Rosaldo ve Louise Lamphere (der.), Woman Culture and Society, 1974; Mona Etienne ve Eleanor Leacock (der.), Women and Colonization: Anthropological Perspectives, 1980; Eleanor Leacock. “Introduction,” Engels, a.g.e., s. 7-67.) 1980’lerin ortalarında feminist antropoloji, toplumsal cinsiyetin kültürel inşası hakkında daha fazla şey öğrenmek için etnografik araştırmanın özgüllüğüne yöneldi. Bu durum, bir yandan pek çok önemli kavrayışa yol açarken diğer yandan uzun süreli (longue-durée) hikâye-anlatıcılığını, çoğunluğu tarih ve antropolojiyi iyi bilmeyen sosyobiyologlar, tıp doktorları ve bilimkurgu yazarlarından oluşan kadın düşmanlarına bıraktı. Belki de feministlerin bu tartışmaya yeniden katılma zamanı gelmiştir.

[33] Odağın peyzajlardan mahsullere doğru kayması, uzun ve tamamlanmamış bir geçiş süreci olabilir: Çoklu-tür peyzajlarının belirli av hayvanlarını veya yabani bitkileri kayıracak şekilde yönetilmesi, genellikle, mahsullerin evcilleştirilmesine yönelik bir adım olmuştur. (Harold Brookfield, Exploring Agrodiversity, s. 64-69) Ayrıca, geniş bir yelpazede, çoklu-türlerin toplayıcılığına odaklanmanın kendisi, tarihsel bir ürün olarak düşünülebilir. Yakın Doğu’da, küçük taneli pek çok otun toplanmasına yönelik değişim, evcilleştirmeden önceki 10.000 yıl ile ilişkilidir (Ehud Weiss, Wilma Wetterstrom, Dani Nadel, ve Ofer Bar-Yosef, “The Broad-Spectrum Revisited: Evidence from Plant Remains”, Proceedings of the National Academic of Sciences, 9551-9555). Öte yandan, evcilleştirmeyle birlikte çiftçilerin dikkatlerini yalnızca bir veya iki mahsulle sınırlandırdıklarını düşünmek de tamamen doğru olmaz; Yakın Doğu evcilleştirmeleri baklagiller, lifli mahsuller ve yeşil sebzelerin yanı sıra çeşitli tahıl taneleri de üretmiştir. Bunlardan bazıları, çiftçilerin dikkatini yabancı otlar olarak çekti ve tarla yönetiminde ikincil kaldı. Buğday ve arpaysa, önceliği kaptı ve çiftçilerin kalplerinde taht kurdu.

[34] Mahsul bilimci Jack Harlan, eski aletlere göre modellenen çakmaktaşı uçlu bir orak kullanmak suretiyle Yakın Doğu yabani buğdayının hasadını gerçekleştirdiği bir deney yaptı; bu şekilde saatte 1 kg’a denk gelen, temiz ve oldukça besleyici tahıl topladı (Jack Harlan, Crops and Man, s. 12, 172).

[35] Richard O’Connor, yoğun pirinç tarımının Güneydoğu Asya topraklarında başarılı bir devlet oluşumuna imkân sağlayan esas unsur olduğunu öne sürer. (“Agricultural Change and Ethnic Succession in Southeast Asian States: A Case for a Regional Anthropology,” The Journal of Asian Studies s. 54, 968-96). Clifford Geertz’in Negara‘sı sömürge öncesi Bali’de yoğun pirinç tarımının uygulanması konusundaki otonomiyi göstermektedir; ona göre devlet iktidarı, sulama düzenlemelerinin kontrolünden ziyade iktidar ve sevginin estetik yapısı anlamına geliyordu. Ben de “Agrarian Allegories and Global Futures” adlı makalemde, Güneydoğu Asya’da yoğun tahıl tarımının yapıldığı peyzajların devlet genişlemesi tarafından nasıl yaratıldığını gösteriyorum. (Nature in the Global South, s. 24-69.)

[36] Ç.N. Pater familias Latince “aile babası” ya da “aile reisi” anlamına gelmektedir ve Roma hukukunda önemli bir yeri vardır; ailedeki en yaşlı erkektir ve devlete karşı hane halkından sorumludur.

[37] Bu sevgi biçiminin karmaşık doğasını şurada görmek mümkündür: Tarihçilerin pek çoğu, Eski Yakın Doğu tahıl yetiştiricilerini, “anaerkil” bir dine bulabildikleri en yakın örnek olarak görmüştür. Üremenin fetişleştirilmesi, doğurgan kadınları kutsal olanın simgesi hâline getirmiştir. Bununla birlikte, kadınların diğer potansiyel yeteneklerinin eşit derecede takdir edilmemiş olması muhtemeldir, ki bu, kısır kadınların aleyhine işlemiş olmalıdır.

[38] Ç.N. Kitabın Yordam Kitap’tan çıkan Erkin Özalp çevirisinde bu ifade “kadın cinsinin büyük tarihsel yenilgisi” olarak geçmektedir. Bkz. Friedrich Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Yordam Kitap, İstanbul, 2019.

[39] Bkz. dipnot 32. Kadınların tahıl tarımıyla bağlantılı olarak kapatılmasının kadın cinsiyeti açısından bir rahatlık dönemi başlattığını düşünmek yanlış olur. Aksine, mahsulü -özellikle de tahılı- gıda olarak tüketmek ya da depolamak üzere hazırlama işi, kadın emeğine her zamankinden daha büyük yatırım yapılmasını gerektiriyordu.

[40] Jan Douwe van der Ploeg, modern mahsul biliminin başlangıç noktasını “ideal bitki türü” olarak tarif eder. Bu ideal bir üstünlük standardı belirler, yetiştirme aşamasını düzenler ve tarımsal işleyişin tamamının kendi gereksinimlerine uyacak şekilde yeniden yapılandırılmasını şart koşar. Van der Ploeg, patates standardizasyonu bilimini And Dağları’nda patatesler hakkında üretilmiş, heterojenliğe izin veren yerel bilgilerle karşılaştırır. (“Potatoes and Knowledge,” An Anthropological Critique of Development, s. 209-27).

[41] Redcliffe Salaman, The History and Social Influence of the Potato, 11-16. bölümler.

[42] Salaman, The History and Social Influence of the Potato, 10. bölümde, Avrupa’dan ithal edilen mahsuller ve onlardan geliştirilen çeşitler hakkında rapor verir. Bu rapora göre, İrlanda’daki kıtlığın ardından, Avrupalı yetiştiriciler direniş peşindeyken yeni türler çoğaldı. Gelgelelim, amaç her zaman için alandaki çeşitliliği teşvik etmekten ziyade en iyi çeşidi bulmak olmuştur. Öte yandan, Jonathan Sauer (Historical Geography of Crop Plants, s. 145-55), Güney Amerika’daki bitki çeşitlerini ele alır. Geçimlik tarımın halen geniş ölçekli tür çeşitliliğini sürdürdüğünü belirterek, “Bir köyde, köyün her yerinde isimleri bilinen 100’den fazla klon olabilir.” diye yazar (s. 148). Patates geç yanıklığı konusunda şöyle der: “Görünüşe göre bu mantar genellikle, kendisinin ve konakçılarının uzun süredir bir arada yaşadıkları yerlerde diğer başarılı parazitler gibi ölümcül değildir. Yanıklık Güney Amerika’da, ancak ticari patates monokültürü geliştirildikten sonra, örneğin Şili ve Peru’da yaklaşık 1950’de bir sorun olarak kabul edilmiştir” (s. 152).

[43] Yanıklık tüm Avrupa’yı etkiledi, fakat yalnızca İrlanda tamamen patatese bağımlı olduğu için bir tek o harap oldu. Bkz. Salaman,  The History and Social Influence of the Potato, 16. bölüm.  Yanıklığın biyolojisi için bkz. Jennings and Lysek, Fungal Biology, 136; Money, Mr. Bloomfield’s Orchard, s. 184-86; Christensen, The Molds and Man, s. 98-103.

[44] Harold Brookfield, Leslie Potter, Yvonne Byron, In Place of the Forest: Environmental and Socioeconomic Transformations in Borneo and the Eastern Malay Penninsula, s. 105.

[45] Avrupa destekli plantasyon sistemi, aynı zamanda, tarımsal genişleme ve kontrol gücünü sermayenin çıkarları için devletlerden uzaklaştırdı ve böylece sermayenin siyasi hegemonyası için ilk bağlamı tesis etmiş oldu. Bu uzun ve karmaşık bir süreçti; 16. yüzyıldan 19. yüzyıla dek süren emperyal dünya tarihinin çoğu, plantasyon işletmecileri, tüccarlar, köleler, sömürge yöneticileri ve “serbest ticaret” savunucuları arasında cereyan eden ve bu geçişi acı verici şekilde müzakere eden argümanlarla doludur. Tarımsal kalkınmanın amacı, gitgide devlet inşasından ziyade kâr etmek hâline geldi.

[46] Sidney Mintz, Worker in the Cane, 16.  Plantasyondaki mücadelenin aksine, küçük ölçekli bir ekonomide şeker kamışı bir sevgi nesnesidir. Örneğin Güneydoğu Asya’nın yüksek kesimlerinde şeker kamışı rafineriye doğru bir yarış değil, tatlı bir ferahlıktır. İnsan-şeker kamışı düşmanlığı, kamış türü bitkilerin doğasında yoktur.

[47] Sauer, şeker kamışı ekim tarihinde insanların ve insan olmayanların küresel seyahatlerinin izini sürer. (236-50) Kamış türlerinin yanı sıra insan türlerinin de yeni coğrafyaları şekillenmiştir. Mantar zararlıları bu seyahatin önemli katılımcılarındandı; örneğin 1882’de, Mauritius’tan gönderilen bir kamış örneği, Batı Hint tarlalarına “kırmızı çürüklük”ü tanıtan vaka oldu (J.H. Galloway, The Sugar Cane Industry, 141).

[48] Verena [Stolcke] Martinez-Alier, 18. yüzyılda, Küba’da çiftçilerin servetini katlayan ve adaya çok sayıda köle getiren şeker patlamasına cevaben böyle bir sistemin nasıl geliştirildiğini ayrıntılarıyla anlatıyor, 19. yüzyıl Küba’sında ırkın plantasyon iş bölümünü temsil etmeye başladığını öne sürüyor. Bkz. Marriage, Class, and Colour in Nineteenth-Century Cuba (1989).

[49] Sidney Mintz, şekerin tarihinin izini sürüyor ve ancak 18. yüzyılda -romla işleyen “üçgen ticareti” (Ç. N. rom-oiled merkezinde rom bulunan üçgen ticaret ağı anlamında okunabilir) kurulduktan çok sonra- İngiltere’de genel tüketimin bir nesnesi hâline nasıl geldiğini gösteriyor. Ayrıca, Karayip şeker plantasyonlarının, zenginliğinin yanı sıra toplumsal biçimleriyle de Avrupa’da doğmakta olan sanayileşmeyi şekillendiren bir ön-endüstriyel emek modelini nasıl oluşturduğunu da gösteriyor. Bkz. Sweetness and Power: The Place of Sugar in Modern History (1985)

[50] “Tropikler” tıbbi ve ırksal hijyen sorunları üzerinden tanımlandıkça beyaz kadınlardan, sağlıklı ailelerin ve beyaz ırkın devamlılığını sağlamaları konusunda daha büyük bir rol üstlenmeleri talep edildi. David Arnold, tropiklerde sömürgeciliğin nasıl şekillendiğini tartışır. Ann Stoler ise ortaya çıkan ırk ve tıp ideolojilerinde toplumsal cinsiyet dönüşümünün nasıl kilit bir rol oynadığını gösterir. Bkz. Carnal Knowledge and Imperial Power: Race and the Intimate in Colonial Rule (2002).

[51] Bruno Latour’un açıkladığı gibi, Pasteurcü mikrop teorisinin önemini göstermenin temel sorunu, insanların ve evcilleştirdikleri varlıkların, genel itibariyle her ortamda var olan hastalıklı mikroorganizmalardan uzak tutulabilecekleri laboratuvar benzeri hijyenik koşulların yaratılması gerekliliğiydi. Latour, hastalığın aşırı yaygınlaştığı ve sömürgeci fetihleri sınırlandırdığı tropik bölgelerdeki sömürgeci orduların Pasteur tıbbının test edilmesi bakımından yaşayan laboratuvarların ilki olduğunu öne sürmektedir (The Pasteurization of France,1986).  Warwick Anderson, sömürgeci tropik bölgelerin yönetiminde hijyen teorilerinin uygulanmasını “The Natures of Culture: Environment and Race in the Colonial Tropics” başlıklı metninde tartışır. Ann Stoler, beyaz kadınların tropik bölgelere ithal edilmesinin geç sömürge dönemindeki yeni öjeni için merkezi olduğunu göstermektedir. Bkz. Carnal Knowledge and Imperial Power: Race and the Intimate in Colonial Rule (2002).

[52] Barbara Ehrenreich and Dierdre English, Complaints and Disorders: The Sexual Politics of Sickness, 1973.

[53] Örneğin, Hollanda Doğu Hint Adaları’ndaki köylülerin çalıştığı şeker kamışı plantasyonlarında ailelerin hem geçimlik pirinç üretiminde hem de sömürge denetimindeki şeker kamışı işçiliği için işgücüne ihtiyacı vardı. Sömürgenin bu işgücü taleplerine yanıt olarak aileler hızla genişledi. Bir sürü insan vardı ama aileler angarya iş (zorunlu ve ücretsiz emek) birimleri oldukları için her ailenin kendi işgücüne ihtiyacı vardı. Çocuk işçiliği genellikle tüm aileyi geçindiriyordu. Benjamin White, bu mesele üzerine kendisinin ve diğerlerinin araştırmalarını şurada özetlemektedir: “‘Agricultural Involution’ and its Critics: Twenty Years After,” Bulletin of Concerned Asian Scholars 15(2): 18-31. Sömürgeci güneyde 19. yüzyılda meydana gelen nüfus patlamalarını, plantasyonlardaki gasplarla birlikte düşünmek mümkündür.

[54] John Vandermeer ve Ivette Perfecto, Breakfast of Biodiversity: The Truth about Rain Forest Destruction, 1995.

[55] John Dighton, Fungi in Ecosystem Processes, 323-39.

[56] A.g.e., s. 350-51. Bazı mantarlar “radyotropizm” geliştirmektedirler: Büyümelerini radyoaktivite kaynaklarına doğru yönlendirirler!

[57] The Matsutake Worlds Research Group (Tim Choy, Lieba Faier, Michael Hathaway, Miyako Inoue, Shiho Satsuka ve ben) 2005 yılında bu makalede gündeme getirilen bazı konuları ele almak üzere toplandı. Göz atma ayrıcalığına eriştiğimiz bazı dünyalar için bkz. http://www.matsutakeworlds.org/

[58] Anna Tsing, Friction: An Ethnography of Global Connection, 2005.

[59] Dighton, Fungi, s. 322.

[60] A.g.e., 352-53.

Yorum bırakın

Filed under uncategorized

Yorum bırakın